ek gelir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ek gelir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Şubat 2014 Pazartesi

Patrona Çalışmak


Robert Kiyosaki zenginliğin formülünü verdiği kitaplarında şiddetle karşı çıktığı temel yapı bir patrona çalışmaktır. Bizler üniversiteler okur, sınavlara girer, atama veya özel sektörde iş olanağı beklerken patronlar ve onların veliahtları olan oğulları en iyi üniversite mezunlarını kısıtlı özgürlükleri, haftada 6 gün, tuvalete gitme, hastalanamama, hamile kalamama gibi haklarıyla satın alırlar. En iyi okuldan mezun olmak en iyi patronların kölesi olmak demektir.

Dünyadaki bütün işverene çalışma modelleri zengin etme üzerine kurulmuştur. Üstelik devlet bu adamlara para kazandırdığımız için bizleri cezalandırmak için daha maaşımız hesabımıza yatırılmadan kesintilerini fazlasıyla yapar. Biz de ufacık zamlar alır, almaz kendimizi mutlu hisseder. Kredi kart limitlerimizi yükseltir, krediyle araba, ev alırız. Bu noktadan sonrada hem patrona, hem devlete, hem de bankalara çalışırız.

Peki "Zenginler" bu oyunu nasıl oynarlar?
Onlar çocuklarının altındaki arabaları, eğitim masraflarını, akaryakıt masraflarını, uçak biletlerini, tatillerini, buna benzer neredeyse bütün şahsi ve lüks giderlerini şirketlerine gider gösterir böylece çok yüksek miktarda vergilerden kurtulurlar. Aslında size lüks gelen bütün yaşamları bedavaya gelmektedir.

Bizler yaşadıkça fakirleşiriz, onlar da harcadıkça kazanırlar. Bu yüzden orta ve düşük gelirli insanlar sürekli geriye giderken, zenginler daha da zenginleşirler.

Bu konuyu "milyoner öğretmenim" Kiyosaki'den daha sonra detaylı alıntılar yaparak anlatacağım. Burada dikkat çekmek istediğim asıl nokta PATRONLAR. Onlar istediklerini söyler, kendilerini kahramanlaştırırlar. Masalarındaki kırıntılar o kadar ilgimizi çeker ki onların bir parçasını ağzımıza çalsa ömür boyu minnetimize sahip olurlar. Haydi diyelim ki, gerçekten çalışmaya değer bir iş ve patron buldunuz. Aradan geçen yıllarda iş şımarık çocuğa kalır o da babasından yadigar her şeyi yıkmakla başlar, işe... Tabi ki en kolay vazgeçilebilen varlık insandır her zaman.

Yıllarca verdiğiniz emeğin ne karşılığı vardır ki. Bu şirkette ne değerin vardır acaba, biriken tazminatın dışında. Bu yüzden uzak durmak lazım onlardan. Onlar sizin hangi gün çalışıp, hangi gün dinleneceğinize karar verirler, acıkıp acıkmadığınıza da... Hatta bir çok iş yerinde tuvalet molaları bile bellidir. Boşaltım yollarınızı da iyi yönetmelisiniz.

İyi hoş da biz ne iş yapacağız? Patrona çalışma, devlete çalışma nasıl olacak bu iş.

DEVAMI GELECEK

2 Ocak 2014 Perşembe

Ölümden Dönmek

27 Aralık 2013 Cumartesi...

Bir anlık dalgınlık. Arabam otobanda defalarca spin atıp refüje çarpmak üzereyken aklımda sadece tek kelime vardı: "BİTTİ". Hem de hiçbir hayalimi gerçekleştiremeden, yarım kalacak bir eş, acılı bir anne, tutulamamış sözler, onlarca kişinin anılarında kalacak bir isim, kaybetmekten yorulmuş bir aile...

Dünyanın en iyi kişisel gelişim uzmanlarından biri "ibret alacaksanız yaşayan başarılı insanlara bakmayın mezarlıklarda arayın onu, ötelenen hayalleri göreceksiniz orada, binlerce, milyonlarca hayata geçirilemeyen fikir, belki microsoft'tan daha iyileri, sadece başkası ne der diye yarım kalan başka bir "facebook", belki ışınlanma, kanserin tedavisi. Hayal kırıklıkları göreceksiniz, pişmanlıklar, korkuları... Hiçbir ölüm zamanlı gelmez, ama asla da geç kalmaz. Biz bunu kabullenemiyoruz. Yarın yok. Dün gitti. Bugün var, sadece bir gün, öteleme artık kendini emre, zaten çok geç kaldın. Sana beklemeni söyleyecekler, dinleme. Bugüne kadar yapamayacağını söyledikleri işleri yapmadın da ne oldu? Denemek kazanmanın tek yoludur. Evet onları dinlersen başarısız olmazsın, onlara göre doğru budur. Ama "ya olsaydı" demekten alamayacaksın kendini bir ömür boyu. Sen aslında onları dinleyerek, başarabilme ihtimalini yok ediyorsun. Onlar para veya zaman kaybedeceğinden bahsediyorlar, oysa sen kendini, ihtimallerini, hayallerini kaybediyorsun. Yapamadın diyelim ki. Zaman kaybı mı derdin? Hayatının her anında saçma sapan şeylerle uğraştın, hep boşa harcadın zaten. Şimdi kendine yatırım yapacakken mi kıymetli oldu? Şimdi mi fark ettin bunu? Para mı kaybedersin? Bir kaç aylık emeğin değil mi bütün bahsettiğin para? Bir kere kendin için belki de geleceğin için harca ve kaybet. Ya bu sefer başarırsan? Şüphen varsa yapma zaten. İnanmadığın bir işi, yapma zaten. 

İnanıyorsan yolun yarısını gitmişsin demektir. Başlamak çoğunu bitirmektir. Gerisi sadece DEVAM etmene bağlı. Zamanın hakimi sen değilsin. Bırak Zamanın Sahibi versin kararı. Sen bırak ona, çalışmaya devam et, olacağını umarak, inanıyorsan dua et, inanmıyorsan bekle sadece. GELECEKTİR. Sadece o geldiğinde sen de ORADA OLMALISIN.

Tükeniş



Eric Worre hiç şüphesiz dünyadaki milyonlarca bireysel girişimciye, ÖZGÜR RUHA ve profesyonele ışık tutmaya devam ediyor. Fakat onun TÜKENİŞ üzerine verdiği eğitim elbette eşsiz nitelikte. Tam bir ilham kaynağı ve hayat değiştiren metod. Çalışmalara hızla başlamalıyım bu benim tükenişim.

Birçoğumuz kısa yoldan para kazanmak isteriz. Filmlerdeki hayatlara, sporculara özeniriz. Sonra da hiçbir şey yapmaz, mevcut yaşantımıza devam ederiz. Eric Worre'ye göre bunu değiştirmek mümkün, hem de sadece 90 Günde. Çok mu uzun geldi. Git ve "çalıkuşu, karadayı, kurtlar vadisi" izle. Einstein "sürekli aynı şeyleri yapıp, her seferinde farklı sonuçlar beklemek" den bahseder aptallığın tanımında. Televizyonun başında, maaşlı yıllardır yaptığın işte, hedefsiz sabah açıp akşam kapattığın iş yerinde, her gün aynı şeyleri yaparken nasıl HAYALLERİNİN gerçekleşmesini beklersin. Diğer insanlardan nasıl farklı olabilirsin. Bu anlattıklarım benim ve değişmeliyim.

Bankada çalışan müşteri temsilcisi, sen hiçbir zaman o muhteşem spor arabaya binemeyeceksin, senin 10 yıl sonraki halin iki duvar ötedeki müdürün. Daha fazlası değil emin ol. Devlette çalışan sevgili öğretmenim, 10 yıl sonraki halin okul müdürü daha fazlası değil. Yanlış anlamayın ben de bundan farklı değildim. Patronlarımızın hayallerimizi çalmasına izin verir, yerinde olmak istediğim müdürlerimle sırt sırta çalışıp, işverenlerin hayallerini gerçekleştirirdik. Hala da öyle. Ama bunu durdurmak mümkün. Ya sen kendi işyerinin sahibi esnaf abicim benim bir patronum var, ama yüzlerce müşterinin her biri kendi çapında senin patronun. Her şey yolunda mı? Sen başında durmadan işlerini kaç ay sekteye uğratmadan devam ettirebilirsin? Peki nasıl olacak bu büyük değişim?

Buna başlarken düşük sermayeli, zaman kaldıracı kurabileceğiniz bir iş edinmelisiniz. İyi haber, bunu şu an mevcut işinizle yapmanız da mümkün. Çoğunluk kendini sağlam şartlara almadan içinde bulunduğu durumu riske almaz. Bence risk değil ama olsun.

Sevdiklerinize bir süreçten bahsedin. Boş vakitlerinizin tamamını adayacağınız bir süreç. Bir süre TV, sosyal medyaya, saatlerce vaktinizden çalan oyunlara veda edin. Bu HAZIRLIK aşamasıdır. Psikolojik olarak insanlara değişimi dikte edin. Eşiniz, dostlarınız, aileniz bunu bilsin. Sonuçlarını görünce kimseye bunu anlatmak zorunda kalmayacaksınız, hepsi yapacaklar. Mutlu olacaksınız. Buyrun elinize kalem kağıt alın ve bu videoyu izleyin. Harika gelecek.




26 Aralık 2013 Perşembe

Zaman Kaldıracı




İlk kez ZAMAN KALDIRACI kelimesini duyduğumda açıkçası ne olduğunu tam olarak anlayamamıştım. Hala da işlevini öğrenmekle geçiyor zamanım. Tam da EKLEME ile KATLAMA arasındaki farkı öğrendiğim sıralarda bu yazıyı yazma gereği duydum.

Türkçe kaynakların hangisine bakarsanız bakın "zaman kaldıracı" denince hemen hemen hepsinde şu ibareyi göreceksiniz "1 kişinin 100 saat çalışması yerine 100 kişinin 1'er saat çalışması". Peki bu kadar muhteşem bir tabir, Robert Kiyosaki'ye göre "zenginliğin formülü" bu kadar basit geçiştirilmeli mi? 

"Kendi işini yapmak, zengin olmak, başarılı olmak, yüksek kariyerler yapmak, özgür olmak, ailesine daha fazla zaman ayırmak, ayakları üzerinde durmak, ne kadar ve ne zaman çalışacağına kendisi karar vermek" gibi kendi nedenlerini arayan insanlar için tek yol ZAMAN KALDIRACINI doğru kullanmaktır. Peki aslında nedir? Ne işe yarar? Nasıl etkili olur? En önemlisi de NASIL KENDİ ZAMAN KALDIRACINA sahip olabilirsin? 

Zaman telafisi olmayan tek sermayemiz. Ne ile uğraştığının hiç önemi yok ne yaparsan yap, ne kadar para, şöhret vs. kazanırsan kazan, ya da kaybet hiç fark etmez. Zamandan her şekilde kaybedeceksin. Bu sermaye günümüzde insanların bir çoğu tarafından hep aynı şekilde değerlendiriliyor. İnsanlar doğuyor ergenlik çağlarına kadar harika hayaller kuruyorlar. Pilot, doktor, bilim adamı olmak, zengin olmak, helikopter almak, dünyanın en iyi futbolcusu, en popüler şarkıcısı olmak istiyorlar. Sonra okullarda onlara böyle hayaller kurmaması gerektiği öğretiliyor. Onlardan 100-200 soru içerisinden yapabildikleri kadar gereksiz soruları doğru cevaplayıp öğretmen, mühendis, ama ne olursa olsun düzenli bir işe sahip olmaları isteniyor. Sınavlar bitiyor hayaller köreliyor. Köleliklerini kutluyorlar insanların ne acı! Kazanamayanların durumu daha da  içler acısı, onlar hem başaramamış olmanın psikolojisine hem de bundan sonra ancak ay sonun getirecekleri bir iş bulma telaşesine düşüyorlar. Zaman onları daha da köreltiyor. Peki doğru olan bu mu?

HAYALLERİNİZDEN VAZGEÇMENİZ İÇİN ALDIĞINIZ İLK MAAŞ NE KADARDI?
YA DA HAYALLERİNİZİ KAÇ PARAYA SATARSINIZ?

Bu soruları farklı bir kaç yayında okuduğumda ilk başta sadece etkili bir soru yöntemi olarak görmüş, yeterince önemsememiştim. Sonraki aylarda ise resmen en çok kullandığım kalıplar haline dönüştü. Benimki 750 TL idi. Her şeyden vazgeçmem için bu kadarı bile yetmişti. Hem de -19 C'de üzerimde uyduruk kirli bir önlük ile kimsenin adını bile bilmediği bir çikolata fabrikasında çalışırken buldum kendimi. Aylarca çalıştım karşı koymadan. Adımın önünde SORUMLU MÜDÜR yazıyordu. Kendimi idare edemiyordum. Her şeyin elle yapıldığı sanayi inkılabının ilk makineleriyle (!) kurulmuş fabrikamda, düzenin en basit anlamda kölesiydim. Oysa daha birkaç yıl önce yurt dışına çıkıp alanımda uzmanlaşmak, döndüğümde kurumsal bir firmada refaha (!) ermek istiyordum. AÇTIM. Başarmak istiyordum.

Çalışkanlıktan mı azmimden mi aptallıktan mı bilmem ama bir kaç ay sonra işler değişti. Bir gün patron, üzerinde beyaz önlüğüyle sıcak yuvasından kalkıp bizim soğuk imalathaneye geldi. Kendine has aksanıyla "Sen satış yapmayı biliyong mu?" diye sordu.
"Evet, üniversitede ve sonrasında askere gidene kadar sürekli satış işlerinde çalıştım?"
"Bizim depo ağzına kadar mal dolu haydi git sat?"
"Nasıl yani?"
"Seni hem mesul müdür, hem de satış müdürü yaptım, haydi hayırlı olsun." 
Döndü arkasını gitti. Bunun Türkçesi şuydu; sen eğer satış yaparsan ben 2 kişinin hem sosyal haklarını hem de maaşını vermek yerine sana zam yapar seni mutlu ederim, hem de bir adamı yönetmek iki kişiden kolaydır. İki mutsuz çalışan yerine genç ve aç tek adam. Eve koşarak gittim artık hayallerimi o gün için farketmesem de 2 katına satacaktım, tabii biraz da kötü kalitede çikolata satmam gerekiyordu. Evde kanepeye uzandım. Artık dışarıda arada bir de olsa yemek yiyebilir, bu maaşla 2 yıla kalmaz 10-11 yaşlarında bir araba alabilirdim. Mutluluk buydu. Sadece 1 ay sürdü, o mutluluk. Tekrardan yoksulluk döngüsündeydim. Çünkü sistem ara vermeden sana kısmi artışlarla birlikte sürekli harcamanı öneriyordu. ÇALIŞ-KAZAN-HARCA döngüsü hep başa sarıyordu. Hem de artık daha çok çalışmalıydım. Ve patronlarımın kimseye satamadıkları bir depo dolusu kötü kalitede yüksek fiyatta çikolatam vardı. 

Ama gözlerim artık her şeyi daha farklı görüyordu. Satmam gereken 7-8 ton çikolata tamamen satılırsa maliyet hesabından firmaya 200-300 bin TL para kazandıracaktı. Onlar muhtemelen o süreçte o depoya yeni ürünleri doldurup, benim mevcut yaptığım satışa homurdanıp "nasıl 8-10 ton satarım" onu konuşacaklardı. Benim tarafımdan baktığında ise ben 1500 TL kazanacak görevini yapmış ama üzerinde beklentiler artmış bir birey olarak bir sonraki aya hazırlanacaktım. Bu döngü yıllar yılı devam edecek ve ben "BAŞKALARININ HAYALLERİNİ" gerçekleştirecektim. Patronlarım yeni araziler, makineler, çocukları için arabalar, yeni yazlıklar alacak, varlıklarına varlıklar katacaklardı. Ben yine de "EN AZINDAN BİR İŞİM VAR, AY SONUNDA MAAŞIM VAR" diye hayatıma küçük dünyamda devam edecektim.

Peki bu nasıl değişecekti? 
Kul sıkışmadıkça Hızır yetişmezmiş. Bir gün ben yine bu düşüncelere dalmışken ve bir yandan da hem İngilizcemi hem de satış yeteneklerimi geliştirmeye çalışırken, çok sevdiğim ve kardeş gibi gördüğüm, hatta benzer hayatları birbirine paralel yaşadığımız bir arkadaşım aradı. Telefonda sesi heyecanlıydı. Kurumsal yabancı kökenli bir firma ile iş görüşmesi yapmış, çok olumlu geçmiş hatta oracıkta ona iş teklif etmişlerdi. Yapacağı iş Departman Şefliğiydi. Bana alacağı maaştan, sosyal haklardan, çalışma saatlerinden, imkanlarından öyle bahsetti ki, benim hayallerimin işi kafamda o oluverdi, hem de o anda. Haftada 5 gün çalışacaktı, ki ben 6 gün çalışıyordum, eğer iş seyahatlerim de Pazara denk geliyorsa iznimi kullanamıyordum. Bu bile rüya gibi gelmişti bana. Ben ne yapıp edip oraya girmeliydim. Türkiye'nin her yerinde yepyeni bir oluşumları vardı ve Gıda Mühendislerine yasal parayı yatıran doğru dürüst 3-4 firmadan birisiydi, nereden ilanını görsem başvurdum. İlk iş görüşmesine çağrıldığımda 2 aydan fazla süre geçmişti. Gittim, reddedildim. İkinci görüşmeye çağrılmam farklı bir şehirde ve yine 1 aydan fazla süre sonra oldu. Gittim gemilerimi yakmıştım o işi alacaktım. Biliyordum. AÇTIM. İnsan kaynakları, bugün baktığımda bir avuç para için, ama o günlerde bana çok büyük gelen bir meblağ uğruna beni terlettikçe terletiyordu. Ama kaybedecek bir şeyiniz yoksa ve açsanız karşınızdaki ne kadar yırtıcı olursa olsun, sizi alt edemez. Ben iş görüşmesi yaparken 3-4 meslektaşım heyecanla dışarıda bekliyordu, hepsini kibarca yolladılar. Çünkü aradıkları bendim. 

Bütün ailem mutluluk içindeydi. Yıllar sonra benim geleceğim konusunda kaygılanmayı bırakmışlardı. Evde kendinden büyük ve kendilerince başarılı 3 ağabeyin varsa üzerindeki beklentiler de normalden fazla oluyor. Bu ilk kez tersine dönmüştü. Özel sağlık sigortam, iki gün tatilim (hafta içi), yıllık izinlerim, çifte mesailerim, öğle aralarım, sosyal alanları olan bir iş yerim vardı. Zaten doğal olması gereken haklar bana verildiği için kendimi SEÇİLMİŞ gibi hissediyordum. 

Sadece 3 ay sonra... İnanılmaz çalışıyordum 16-17 saatleri buluyordu mesailerim. Banka hesabımda bu emeğin karşılığını yansıtan çok da bir şey yoktu. Araba almış onun borcunu ödüyordum. Fazla kazandıkça İSTEKLERİMİN KÖLESİ oluyor, yeni bir araba, telefon ve mümkünse bir ev almak için borçlanmayı göze alıyordum. Sistem beni hem daha çok çalıştırıp hem de bana sahip oluyordu. Bütün ailem KPSS'ye girip acilen devlete memur olarak girmem, aslında  "SIRTIMI DEVLETE YASLAMAM" konusunda hem fikirdi. Bu sırtı yaslamak konusu hep ilgimi çekmiştir zaten! Bundan sonrasını kısa geçeceğim. Benzer döngü. "Sürekli bir sonraki işe gir, malik gibi çalış, köle kadar kazan, özgürlüğünü sat, mutlu gibi gülümse". Ait olmadığın, istemediğin hayatı yaşamak hem de bedelsiz.

KPSS'den 90'a yakın bir puan aldım. Ben gıda mühendisiyim tabii ki gıda denetimlerini Ziraat Mühendisleri, Veterinerler, Zabıtalar ve Uğur Dündar yapmalıydı. Hatta birkaç yıldır Uğur Dündar bu işi yapmıyor, ondan boşalan yeri dolduralım dedik, o da olmadı. Biz 90 lara yakın puanlarla giremezken bu arkadaşlar 60-70 puanlarla "sırtlarını devlete dayadılar". 

Özel sektörden başka çaren yoksa, kaçınılmazsa, zevk almaya bakacaksın. Öyle yaptım ilk iş görüşmemde işi aldım. Artık profesyonelleşiyoruz, yenilmek zayıf yanlarımızı güçlendirme hissi uyandırıyor. Satış tek çözüm gibi görünüyordu. Bir gıda hammaddesi firmasında Satış Mühendisliği poziyonunda çalıştım. Yurt içi ve yurt dışı bağlantılar, tonlarca satış yaptım. Patronum memnun değildi. 300-400 bin TL değerindeki arabası çok yakıyordu, o ve diğer arabalarının ihtiyacını ona göre karşılayamıyordum. Adam haklıydı! 

O süreçte çok farklı bir sektörden, çok farklı tipte bir patrondan çok iyi bir teklif geldi. Bir nebze özgürlük ve misliyle kazanç. Artık derdim kazanmak değildi tam olarak, bu sefer NEDENLERİMİ ortaya koymuştum 

-daha fazla zaman
-maddi özgürlük
-dünyayı dolaşmak
-kendime ait patronsuz bir hayat
-erken emeklilik
-istediğim yerde istediğim zamanda yaşamak.

Bütün bunları birkaç yıl çalışarak kazanabileceğim bir iş teklifi. Çok da düşünmedim tabi. Yönetim kadrosuna etkileyici bir sunum yaptım Turizm-Gayrimenkul sektöründe tam olarak hayata geçirilememiş bir uygulamaydı bu, başka bir deyişle iki sistemi birbirine entegre etmem gerekiyordu. Yüzlerce satışı sistem kendi kendine yapacak, müşterilerim aynı zamanda satış personellerim olacaktı, plan kusursuz işlerse 2-3 yıl içerisinde ÇIKIŞ PLANIM hazırdı. İlk etapta inanılmaz bir etki oluşturdu. Ekibin üzerinde ama zamanla hiç bir şey istediğimiz gibi gitmedi. Firma yatırımlarını ve projelerini geciktirdikçe müşteriler kızıyor, kızdıkça sadakatleri ve ürüne dair inançları azalıyor otomatik olarak başkasını bu sisteme referans olarak vermiyordu. Zaman aleyhime işliyor, satışlar neredeyse hiç olmuyordu. Patron kızıyor, yönetim de onu bana karşı dolduruyordu. YAPAMAMAK ilk kez beni bu kadar bunaltmıştı. Geçmişte işlerimden ya yetmediği ya sevmediğim ya da her ikisi yüzünden kendim ayrılmıştım. Bu sefer büyük bir çoğunluğu benden kaynaklanmasa da departmanım çalışamıyor, skora emekler yansımıyor ve BAŞARISIZ oluyordum. Bu da seni el üstünde tutanların 180 derece ne kadar hızlı döndüğünün hikayesidir. Artık ben ve sistemim işlevsiz ve fazlalık olarak görünüyor, göze batıyordu. ADANMIŞLIK VARSA MAZERET YOKTUR. İşi yapamıyordum ama özünde zamanla sevmediğimi fark ettim. Asıl sorun buydu. Kendimi ait hissetmediğim için sadece yatırımcılara, şirkete hatta velinimetim müşterilere suç atıyordum.Yeni bir "çıkış planı" lazımdı bana. Kuralları nasipse ben koymalıydım. Ama nasıl?

HER ŞEYİ BİR TELEFON DEĞİŞTİREBİLİR. Eğer bu yazıyı buraya kadar sabredip okuduysan lütfen buna dikkat et. ULAŞILABİLİR OL! Dış dünyadan gelecek her teklif sana ulaşma süreciyle ilgilidir. Yeni bir iş, bir fırsat, farklı bir seçenek ya da kandırmaca! Bunun ayrımına sen karar vereceksin. Ön yargılarını bir kenara bırak ve mutlaka karşındakini DİNLE! Ben öyle yapmadım. Çok sevdiğim bir arkadaşım inanılmaz bir heyecanla;

"Emre neredesin?"
"İşteyim"
"Kuzen sana bir süprizim var 19:00 da şurada bekliyorum, gel".

Telefon kapandığında ne görüştüğümüzü ne yapacağımızı anlayamamıştım bile. Kabul etmemi de beklememişti zaten, kararlılıkla. Gittim. Ben gerçek kuzenimin İstanbul'a geldiğini onunla sürpriz yapacağını sanmıştım. Oysa hiç tanımadığım bir adamla karşıladı beni. On beş dakika muhabbet ettik. Sonunda bana bir işten bahsettiler. İnanılmaz olumsuz karşıladım, hatta arkadaşıma içimden biraz bozuldum. Bu işler bana göre değildi. Geçmişte benzerlerini duymuş ve çok HAYAL KIRIKLIĞINA uğramıştım. O güler yüzler, işin içine girdikten sonra yüzünüze bakmaz, sıkıştığınızda telefonlarınızı açmazdı. Ve zamanım da yoktu. Kibarca işi anlatmalarını bir yerden sonra engelleyip, eşimin de rahatsızlığından dolayı fazla vaktim olmadığı için hızlı bir şekilde ayrıldım oradan. Ama aklımda bir kaç kırıntı kaldı ve bu beni 1 hafta kadar oyalayacak çok etkili bir virüstü. Bir hafta her detayına kadar bu sahtekarları(!) araştırdım. Ben konuya böyle bakıyordum. Bir hafta sonra sunuma söz verdiğim için eşimle katıldım. Eşim çok hızlı karar vermeyen ve genelde tercihini bu tip şeylerde yanılmamak için olumsuzdan yana kullanan, bu sayede benim ani hareket etmemi engelleyip ayaklarımı yere bastıran bir kadındır. Bu huyuna bayılırım. Çıktığımızda onun söyleyecekleri benim sunumdaki tespitlerimden daha önemliydi. Ama beni inanılmaz yanılttı. O çıktığında bu işi nasıl yapacağını düşünmeye başlamıştı bile. 

Sunumda ZAMAN KALDIRACI kısmını anlatana kadar anlattıklarının benim için hiçbir anlamı yoktu açıkçası. Kendimi daha oraya gitmeden negatif kurmuştum. İKNA EDİLEMEZDİM. İşin enteresan yanı beni hiç kimse ikna etmedi. Robert Kiyosaki ve Donald Trump dışında. Onlar bahsetmişlerdi bu dahiyane "ZENGİNLİK FORMÜLÜNDEN". Fikir basit ve mükemmeldi, tam olması gerektiği gibi. Zengin olmak için "ya Otel yaptıracaktım, ya Fabrika kuracaktım, ya bir Futbol Kulübü alacaktım, ya da Özel Okullarım olacaktı". Çünkü bunların her biri kendi içinde sistemleri kurulu olan ve direk çalışmak yerine doğru takip ve strateji ile eğer ekonomik düzene ve trendlere uygunsa "zaman kaldıracı" olan yatırımlardı. Ama bir sorun vardı: bunları yapabilmek için zaten zengin olmanız gerekiyordu. Bu sadece zenginler için geçerli olan bir zaman kaldıracı ya da zenginlik formülüydü. Ama bu adamlar bunun başka bir yolunun daha olduğundan bahsetmişlerdi kitapta. Düşük sermaye ile herkesin kurabileceği, hızla yayılan ve etkinliği sistematik olarak artan PASİF KAZANÇ emeklerin hızla kazançlara dönüştüğü, zamanla daha az emek harcayarak NEDENLERİNİZ uğruna kazanabileceğiz bir sistemdi bu. Benim için kelimelerin bittiği yer orasıydı. "Bir kişinin 100 saat çalışması yerine, 100 kişinin 1'er saat çalışması"

Bu mümkün müydü? Ben de kendi ZAMAN KALDIRACIMA sahip olabilir miydim? 
Ön yargılarım, korkularım, beynimdeki çöpler, hayal kırıklıklarım, amaçsız yaşam tarzım, çevre baskısı o ana kadar geçerliydi, ama artık hiçbir değerleri yoktu. İstiyordum, yapabilirdim. Beynime çöpler atanlar, etrafımda bana bu işin olmayacağını söyleyenler benim geleceğimi garanti edemiyorlardı. ONLAR HAYATLARINDA NEYİ BAŞARMIŞLARDI? Faturalarım, ödemelerim, kiram, mutfak masraflarım, yakıt harcamalarım vb. benimle baş başaydı ve beni ilgilendiriyordu. "Bu fikir de benimle beni ilgilendiriyor". Şirket ve geçmişini de detaylı araştırıp "ya Bismillah ya Allah" deyip eşimle birlikte girdik bu işe. Eee, biz her zaferine "bu nidalarla" koşmuş bir milletin, coğrafyanın evlatlarıyız.

Peki zaman kaldıracımı kurabildim mi? 

Henüz değil. Çünkü hatırlatma amacıyla yazıyorum, ben başarıp başaramadıklarını yıllar sonra yazıya dökmüyorum. Bu yazdıklarım şu anda gerçekleşiyor. En azından ben hayallerim için yola çıktım, bir adım attım, gün geçtikçe hikayelerimi ve öğrendiklerimi burada yazacağım. Az kaldığını hissediyorum.

YA SİZ KENDİ HAYALLERİNİZ İÇİN NE YAPIYORSUNUZ?

devamı gelecek...



14 Kasım 2013 Perşembe

Hayatını değiştirmek isteyen "İNSAN"

     Kendimize bahaneler uydurmaktan daha iyi bildiğimiz bir şey yoktur herhalde. Geçmişte yaşadıklarımızın, bütün yaşadıklarımızın, hayal kırıklarının altında hep biz varız. Ben ve benim kötü seçimlerim. O her önüne çıkan fırsatı ön yargılarıyla, çok bilmişlikleriyle iten, ters çeviren BEN. Oysa dünyadaki en değerli varlık insandır hiç şüphesiz, o insanlığın da en değerlisi "BEN".

    Yıllarca bunun böyle olmadığını söylediler. Eminim direk söylemediler bunu.
"Sana uygun gördüğümüz maaş dilimi ...."
"Senin yerinde olmak isteyen dışarıda kaç kişi var biliyor musun?"
"Sen o bölümde yapamazsın, git şunu oku" (favorimdir, mimarlık hayali kurarken gıda mühendisliği okudum)
"O kız fazla güzel şu tam sana göre"
"Komşunun oğlu ......." (bu da çok iyidir)
"..........." (bazen cümle bile kuramaz oraya nasıl oturduğu henüz bilinemeyen tarih öncesinden kalma yönetici)

ve daha niceleri. Peki öyle midir? Söyledikleri gibi yapamaz mıydık? O maaşı almak için dışarıdaki binlerce insandan hiç mi farkımız yok? İlkokulda ağaç çizemedin diye hayalini kurduğun mesleği yapamayacağını söylediklerinde sence çok mu haklılar? Ya da bu hayat senin hayatınsa kararları neden hep başkaları veriyor?

BUNA NEDEN İZİN VERİYORSUN?

       Bu senin filmin, senin senaryon neden başkasına başroller veriyorsun? Hayatını değiştirmeye çevrenden, işinden, şehrinden, tuttuğun takımdan değil, KENDİNDEN başla. Çünkü bu sözleri söyleten, başkalarının boyunduruğunu kabul eden sensin. Sistemler seni köleleştirmek için var. Patronlar nefes almana yetecek kadar verecekler, kendileri ise nefes alamayacakları kadar dolduracaklar o midelerini.

      "Sıradan bir insanım ben nasıl bu düzeni bozarım?" deme, BUGÜN şu anda başla. Aynaya bak onlara ne kadar yanıldıklarını ispat etmek için kendine söz ver. Değişim başlayacak. Emin ol. Yarın sen, bugünden farklı olacaksın söz veriyorum.

25 Eylül 2013 Çarşamba

Fikir "ilk damla"



Etrafınızda size milyonları çok hızlı bir şekilde kısa sürede kazanabileceğinizi söyleyen insanlar elbette olacaklar. Hayalleri için yaşayan ve çoğunu gerçekleştiremeden ölen insanlarız, biz. Resimdeki gibi paranın gökten yağmasını bekleyen arkadaşlara tek sözüm "beklemeye devam etsinler" çünkü hak edilmemiş bir kazancın beklentisindeler. Ve bu asla olmayacak.

Peki "şans, kader, kısmet, nasip" inanç veya bakış açınıza göre siz ne derseniz deyin nasıl gelecek? Madem o bizi henüz bulmadı, biz ona nasıl gidebiliriz?

Fikriniz olacak. Her şeyden önce müthiş olduğuna inandığınız bir "FİKİR"... O göle düşen su damlası gibi dalga dalga büyümeli, her açıdan aklınıza yatmalı. Her yönüyle kabul etmediğiniz, kendinizin tamamen kabullenmediği bir fikri nasıl başkalarına kabul ettirebilirsiniz? Fikriniz olmalı her yönüyle heyecanlandıran, her düşündüğünüzde gelişen, kendini yenileyen, çürütülemeyen bir FİKİR. Yok mu? İzlemeye geçeceksiniz hayatı, olayları, her şeyi izleyin. Hayatın akışı mutlaka onu karşınıza çıkaracak. Sıfırdan hiç kullanılmamış olmasına gerek yok. Doğru işlenmemiş bir cevherde olabilir. Google ilk arama motoru değildi ama şu an bir çok insan onun dışında bir arama motorunu bilmiyor, hatta arama motorunun ne demek olduğunu da bilmiyor. Elbette ilk çok kıymetlidir ama var olanın daha iyisini yapmak bir adım ileriye götürmek de büyük bir başarıdır.

O fikir işlendikçe en kıymetli halini alır, kusursuzlaşır ve usta bir heykeltraşın son eserine dönüşür. Bazen "artık daha iyisi olamazdı" bile dedirtir. O nokta en çok ulaşmak istediğimiz yer, en büyük hedefimizdir.

Bütün gerçekleşsin-gerçekleşmesin hedeflerimizin, hayallerimizin başlangıç noktası o FİKİRdir.



23 Eylül 2013 Pazartesi

Basamaklar

Merhabalar

Blog kültürü olan birisi değilim aslında fakat yakın zamanda aklıma bir fikir geldi ve bunu hayata geçirmek için en doğru mecranın burası olduğunu düşündüm. Ve bir baktım ki buradayım klavye başında. Burada yazacağım yazılar ve paylaşımlar, HAYATIMI DEĞİŞTİRME kararımı verdikten sonra çıktığım bu yolculukta karşılaştıklarım, başardıklarım ve başaramadıklarımı içerecektir. Başarılı olacağım, buna inanıyorum, öyle olmak zorunda. Dualarım ve açlığım bana umarım kısa zamanda bana hayallerimi getirir. 

Peki neden paylaşım? Çünkü paylaşmak benim hayatımın bir parçası. Paylaşırken ne kadar benciliz, ne kadar içimize kapanık, ne kadar negatifiz. Oysa beklerken, öfkelenirken, kazanırken, övünürken ne kadar cömert ne kadar sabırsız kişileriz. 

Teknik olarak ben bir satıcıyım. Sıradan bir satıcıyı sıradan insanlardan ayıran binlerce fark vardır. 

Çünkü "sıradanlık" belki de kelime olarak "itici" gibi gelse de bu işin kimyası gereği SATICI demek "ürünü veya hizmeti düzenli olarak satabilen kişi demektir" sıradan demek zaten beklenileni verebilendir. Başarısız veya form grafiği düşük olan ya da diğer bir tabirle "satamayan" kişidir. Peki "sıradışı" nedir?

İşte hepimizin cevabını bulmak istediğimiz soru bu? Kendisini işinde ileri seviyelere taşıyarak daha ötesinde "sıradışı" kazançlar sağlayanlar veya kendi çığır açtıkları işlerinin sahibi olanlar nasıl insanlardır? Nerelerde yaşarlar? Ne yer ne içerler? Olayları nasıl analiz ederler? Nelere çok dikkat ederler? Portföylerini nasıl geliştirirler? Fikirlerini nasıl geliştirirler? 

Ve şüphesiz en önemli soru "ben de onlar kadar kazanabilir miyim?"

Umarım cevaplarımızı bu blogdan edinebiliriz.

Sıfırdan başlıyoruz o zaman...